Kenevirin Türkiye’deki Tarihsel Yolculuğu I. Kısım
8/31/20253 min oku
Kenevir, Anadolu’nun binlerce yıldır tanıdığı ve işlediği en önemli tarım ürünlerinden biri. Hem lif hem de tohum amaçlı kullanımı sayesinde günlük yaşamdan askeri lojistiğe, sanayiden mutfağa kadar pek çok alanda kendine yer bulmuş bir bitki. Bugün yeniden gündeme gelen kenevir tarımını anlayabilmek için geçmişteki yolculuğuna bakmak büyük önem taşıyor. Çünkü bu bitkinin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan serüveni, yalnızca bir tarım hikâyesi değil; aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve teknolojik dönüşümünün de bir yansımasıdır.
Osmanlı döneminde kenevir, sıradan bir tarım ürünü olmanın çok ötesindeydi. Özellikle donanma için stratejik bir hammaddeydi. Halatlar, yelken bezleri, çuvallar ve urganlar kenevir lifinden üretiliyor, dayanıklılığı sayesinde uzun deniz seferlerinde gemilerin güvenliğini sağlıyordu. Tohumundan elde edilen yağ hem yemeklik olarak kullanılıyor hem de sabun, vernik ve boya üretiminde işlev görüyordu. Üretim bölgeleri arasında Karadeniz illeri başı çekiyordu: Kastamonu, Sinop, Samsun, Ordu ve Amasya en bilinen kenevir merkezleriydi. Marmara ve İç Anadolu’da da ekim yapılırken, Rize gibi nemli iklime sahip bölgelerde daha ince ve kaliteli bez dokumalarının üretildiği biliniyor. İstanbul’daki Tersane-i Âmire ve Sinop gibi tersane merkezleri, her yıl binlerce ton kenevir ipliği ve yelken bezi alarak üretimi canlı tutuyordu. Bu düzenli talep, kıyı köylerinde kenevir ekimini adeta teşvik ediyordu. Hukuki açıdan da Osmanlı’da endüstriyel kenevir yasaklanmamıştı; 18. yüzyılda çıkarılan fermanlar yalnızca esrar tüketimini kısıtlıyordu. Dolayısıyla kenevir, devletin ihtiyaçları doğrultusunda serbestçe üretilen ve desteklenen bir ürün konumundaydı.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte kenevir, tarımsal kalkınma ve sanayileşme hedeflerinin merkezinde yer aldı. Yeni devlet, kırsal ekonomiyi güçlendirmek ve sanayinin hammadde ihtiyacını yerli kaynaklarla karşılamak amacıyla bir dizi politika geliştirdi. 1933’te kurulan tohum ıslah istasyonları, yerli kenevir tohumlarının verimini ve lif kalitesini artırmayı hedefliyordu. Ziraat Bankası, çiftçilere düşük faizli krediler sağlayarak üretim sürecinde finansman desteği sundu. Tarım Bakanlığı ise hem tohum dağıtımı hem de ürün alım garantisiyle üreticinin riskini azalttı. Böylece çiftçiler, ürettikleri kenevirin mutlaka alıcı bulacağını bilerek güvenle ekim yaptı.
Bu dönemde özellikle Karadeniz Bölgesi kenevir üretiminin merkeziydi. Samsun, Kastamonu ve Sinop, hem çuval fabrikalarının hem de halat atölyelerinin hammaddesini sağlıyordu. Lif endüstrisinin ihtiyacı büyük ölçüde yerli üretimle karşılanıyor, kenevir sanayinin gelişiminde kilit rol oynuyordu. 1933 tarihli 2313 sayılı “Uyuşturucu Maddelerin Murakabesi Hakkında Kanun” esrar amaçlı ekimi yasaklasa da lif ve tohum için yapılan endüstriyel kenevir üretimini kapsam dışı bıraktı. Bu sayede kenevir, yasal güvence altına alınarak stratejik bir ürün olarak desteklenmeye devam etti.
Üretim teknikleri ise uzun süre geleneksel yöntemlerle sürdü. Tohumlar çoğunlukla elle serpme veya basit tarım makineleriyle ekiliyor, hasat orak ve tırpanla yapılıyordu. Saplar suya yatırılarak liflerinden ayrılıyor, ardından çırpma ve taraklama yöntemleriyle dayanıklı elyaf elde ediliyordu. 1950’lerle birlikte tarımda makineleşmenin başlamasıyla bazı bölgelerde kısmi mekanizasyon da devreye girdi.
Cumhuriyet’in ilk kırk yılı boyunca kenevir, hem kırsal kalkınmayı destekleyen hem de sanayinin hammaddesini sağlayan stratejik bir bitki olarak Türkiye’nin ekonomik hayatında önemli bir rol oynadı. Bu tarihsel deneyim, günümüzde kenevirin yeniden canlandırılması tartışmalarına ışık tutan en güçlü referanslardan biri. Çünkü geçmişte bu ürün sayesinde hem köylü kazanç sağladı, hem sanayi büyüdü, hem de ülke ithalata daha az bağımlı hale geldi.

